öfke nöronu

‘’Sıradaki hasta!”

”Çabuk olun!”

Belki yüz milyonuncu defa söylüyorum bunları. Koridorda korkmuş hastaların çığlıkları yankılanırken içlerinden biri odaya giriyor, oturmasını söylüyorum. Çekinerek oturuyor koltuğa, yüzünü yere dikiyor. Sihirli sözcükleri söyleyince her hasta gibi onun da konuşmaya başlayacağını biliyorum.

”Burada anlatılanları yalnızca ben bileceğim ve her ne olduysa bir daha yaşamayacaksınız bunu, inanın bana.”

Gözlerini bana doğrultuyor ama hala konuşmuyor, hangi sözcüklerle başlaması gerektiğini düşünüyor belli ki. ”Ben.. Bir şey oldu. 2 hafta önce..” Duraksayıp cebinden çıkardığı bezle alnındaki ter damlalarını siliyor. Yine gözlerinin yerdeki mermere sabitlendiğini görüyorum.

”Dediklerimi unutmayın, kimse bilmeyecek. Ancak konuşursanız kurtarabilirim sizi.”

”O zaman en başından başlamalıyım.. Mühendisim.. Şu iki sokak ileride, bilgisayar fabrikası var ya, işte orada çalışıyorum. 10 yıldır oraya gidiyorum her sabah, her gün hemen hemen aynı şeyleri yaşayıp aynı şeyleri hissediyorum. Ama 2 hafta önce.. O gün tuhaf bir his yerleşti içime, nasıl anlatılır bilmiyorum.. O gün işe geldiğimde masamda yığınla dosyayla karşılaştım yine, normalde gözüme fazla gelmezlerdi hiçbir zaman ama o gün ilk kez yapacağım işe karşı, bilmiyorum.. Ne denir ona, istememek mi? Evet, o dosyalarla ilgilenmeyi hiç istemiyordum. Oysa şu ana kadar hiç isteyip istemediğimi getirmemiştim aklıma, o an bunlara o kadar odaklanmıştım ki, tepemde dikilen patronumu ancak ”Bugün pek bir dalgınsın, bu gidişle önümüzdeki proje zor yetişir..” dediğinde fark edebildim. Bunları söylemesiyle elindeki dosyaları önüme fırlatması bir oldu. Patron arkasını dönüp ofisine giderken elimle o kadar sıkı bir yumruk yapmıştım ki.. Ve biliyor musunuz?..”

”Neyi biliyor muyum? Devam edin lütfen.”

”Elimi bir insanın.. Bir insanın boğazına götürüp sımsıkı, o yumruk kadar sıkı bir şekilde tutsam ondan ebediyen kurtulabilirdim. İşte o an bunu fark ettim. Eğer, eğer ki kendimden şüphe duymamış olsam; tüm hakimiyetimi kaybetmiş olsam gidip onun boğazını sıkabilirdim. Sonra… Ayağımı ileri geri hızlıca vücuduna doğru sallamanın canını ne kadar acıtabileceğini düşündüm. Ben bunları düşünmeyi aklıma bile getirmemiştim önceden, ama o an ben.. O an bunları düşünmek bana zevk veriyordu.”

Yine duraksadı. İki elini kafasına götürdü, gözlerini yere dikip beklemeye başladı. Arada bir göz ucuyla bana bakıp bir şeyler söylemem için yalvarıyordu kısa süreli bakışlarıyla. O ‘ayağı ileri geri sallamak’ dediği, yüzyıllar önce ‘tekme’ diye tanımlanan şeyi bir insan ona yapsa, şu an çektiği acının yarısını çekmezdi eminim.

”O günden sonra bir daha işe gitmedim, hatta insan içine çıkmaya dahi cesaret edemedim. Ta ki bugüne kadar. Siz.. Siz bana yardım edersiniz değil mi?”

”Elbette. Öncelikle, bu durumu yaşayan tek insan olmadığınızı bilin. Sizin yaşlarınızdaki çoğu insan bu tarz şikayetlerle gelir bana ve kısa süre içinde hepsi normale döner. Evet, bu çok ciddi bir sorun ama tedavi edilmesi de bir o kadar kolay.”

Karşımda oturan insanın yüzündeki kocaman gülümsemeyi; gözlerindeki parıltıyı görüyorum, belki yüz milyonuncu kez. ”Ne yapılması gerekiyorsa yapın lütfen, ben hazırım doktor!”

”Hemen alt katta, nöronsal iğne işlemlerine gidip iğneciye şu an yazıyor olduğum kağıdı göstereceksiniz. Bir iğne ve hapın ardından her şey düzelecektir.” Adam hızla ayağa kalkıp elimi öpmeye çalışıyor, sayısız teşekkürün ardından da çıkıp gidiyor nihayet. Neyse ki günün son hastasıydı da ben de kurtulabilirdim buradan. Şehirde binlerce psikiyatri servisi olmasına rağmen hastaların tükenmek bilmemesi öyle yorucu oluyor ki bazen. Bunun nedenlerinden biri psikoloji literatürüne yüzyıllar içinde çok fazla yeni terimin girmesi. Şimdinin insanları bunun her zaman böyle olduğunu sanıyorlar. Öfkenin yüzyıllar önce de dehşet verici bir hastalık olduğunu düşünüyorlar. Oysa o zamanın en ciddi hastalıkları, şu an çözümü en kolay olan çoklu kişilik bozukluğu, şizofreni gibi vakalardı. Şimdinin aksine yüzyıllar önce öfke gayet insani bulunuyormuş. Öfkenin ilerleyen zamanlarda sebep olduğu yıkımları gördükleri halde pek bir şey yapamamış insanlar. Aşksa insani görülmekten öte, o kadar yüceltilmiş ki.. O zamanın insanlarının aşk için yazdığı destanları görseler ne düşünürlerdi acaba, şimdilerde bana birini diğerlerinden farklı görme hastalığından muzdarip olduklarını söyleyenler? Galiba anlam veremeyip gülerlerdi. Tüm bunların bilincinde olmak tuhaf. İnsanların tedavi olmak için geldikleri kişiyim ben, ama kurtulmak istedikleri çoğu hastalığa sahibim. İçimde öfkeyi, güç istencini, hırsı, aşkı taşıyorum. Kim bilir, şu çağda benim gibi olan kaç insan vardır.. Normal şartlarda, bu güne dek yakalanmam gerekirdi. 6 ayda bir devletten yetkililer aşı kontrolüne gelirler. Her insana ilk doğduğu anda tüm bu istenmeyen duyguları engelleyen aşılar yapılır, fakat 30’lu yaşlara yaklaşıldığında beynin yapısındaki değişiklikler, nöronların gitgide yavaşlama durumu aşının etkisinde azalmaya sebep olur. 30’lu yaşlardaki insanların bize daha çok uğrama sebebi de budur. Bense sadece doğduğumda aşılanmışım, ilerleyen zamanlarda devletin sır gibi sakladığı eski kitaplara ulaşmamla gerçekleri fark etmem bir oldu. Tüm bunlardan sıyrılmanın yollarını aradım sonra da. Bu 6 ayda bir yapılan kontrollerden kurtulmak içinse sahte karışımları vücuduma enjekte etmeyi düşündüm ve hiç fark edilmedim. Yetkililer hareketlere de dikkat ederlerdi o kısa süreli kontrol zamanlarında. Kendimi dizginlemeyi biliyordum neyse ki. Diğer insanların aşırı hareketlerle açığa çıkarabileceği duygulara hiç sahip olmamış gibi davranabiliyorum ve kendi irademle yapıyorum bunu. Diğerleriyse toplumsal düzen denilen şey uğruna iradelerinden, duygularında yoksun bırakılıyor. Belki bunun birkaç iyi yanı vardır, mesela artık insanlar savaşmıyor; onların yerine devletler, öfkelerini kaybetmeyen piyonlar aracılığıyla savaşıyorlar. Fakat yine de her insandan farklı olmak sinir bozucu olabiliyor. Bazen sırf bu yüzden nefret ediyorum onlardan. Mesela tam şu an, evimin önünde oturan, hiçbir duygu kırıntısı taşımadığına emin olduğum yaşlı teyzenin yanından geçiyorum belki yüz milyonuncu kez ve içim nefretle doluyor. Neyse ki dizginliyorum kendimi, belli etmiyorum hislerimi. Ama sonra, bugünkü hastanın tekme tanımını hatırlıyorum ve içim bunu yapma isteğiyle doluyor. Aceleyle yukarı çıkıyorum. Bunları aklımdan çıkarmaya çalışırken bu sefer de çekmecemde senelerdir sakladığım, minik top çıkaran el aletini hatırlıyorum. Ne deniyordu ona, tabanca mı? Nasıldır kim bilir onu kullanmak.. Parmak uçlarımda yürüyorum, hislerimi biri duyar korkusuyla. Çekmeceyi açıp en alttan tabancayı alıyorum. Siyah yüzeyine dokunuyorum, o minik topun bastığın saniyede çıkmasını sağlayan kısma bakıyorum uzun bir süre. Sakince pencereye doğru ilerliyorum, tabancam elimde. Hala evin önünde oturan yaşlı kadının kafasını hedef alıyorum ve basıyorum. Yerde yatan bir insanı ve çevresinde oluşan kan gölünü görüyorum ömrümde ilk defa.

9/16

Yorum bırakın